Tam Yargı Davaları Nedir? Türleri Nelerdir?

Tam Yargı Davaları Nedir? Türleri Nelerdir?

İdare hukukunda tam yargı davalarının dayanağı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 125 inci maddesidir. 1982 Anayasasının 125. maddesinin son fıkrasında, “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yüküm­lüdür.” hükmüne yer verilmiştir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2 nci maddesinin 1 inci fık­rasının (b) bendinde, “İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğru dan muhtemel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları” idari yargı yerlerinde açılacak dava türleri arasında sayılmıştır.

Aynı Yasanın “İptal ve Tam Yargı Davaları” başlığını taşıyan 12 nci maddesinde, “İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştay’a ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11 inci madde uyarınca idareye baş vurma hakları saklıdır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu madde hükmüne dayalı olarak hukuka aykırı olup ilgililerin haklarını ihlal eden işlemler nedeniyle tazminat davalarının açılacağı kabul edilmiştir.

İdari işlemin yargısal bir kararla iptali halinde; bu iptal kararının işlemin yapılması sırasında unsurlarında bulunan sakatlıkları saptadığı, işlemi yapıldığı andan başlayarak ortadan kaldırdığı, bu özelliği nedeniyle geriye yürüyen sonuçlar doğurduğu, başka bir anlatımla, işlemin tesis edildiği tarihten önceki hukuki durumun geçerliliğini sağladığı, iptal edilen işlemlerden doğan zararın idarece tazmin edilmesi gerektiği idare hukukunun bilinen ilkelerindendir.

2577 sayılı Yasanın “Doğrudan Doğruya Tam Yargı Davası Açılması” başlıklı 13 üncü maddesinde ise, “İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.” kuralı getirilmiştir. Bu kural ile idari eylemlerden dolayı açılacak tam yargı davalarının bu maddede düzenlenen usule göre açılması gerektiği düzenlenmiş bulunmaktadır.

İdarelerin meydana gelen zararları karşılamakla yükümlü tutulabilmeleri için ortada bir idari eylemin bulunması, bu eylemden zarar meydana gelmesi, bu idari eylem ile zarar arasında nedensellik bağının olması gerekir. Zarar doğuran eylemin idareye bağlanabilmesinden sonra zararın kusurlu veya kusursuz sorumluluk ilkelerine göre tazminine gidilmesi söz konusu olabilir.

Zarar, bir kimsenin mal varlığında, iradesi dışında meydana gelen bir azal­madır.

İdari eylem, idarenin işlevi sırasında bir hareketi, bir davranışı, bir tutumu veya hareketsizliği; idari karar ve işlemle ilgisi olmayan, başka bir deyişle; öncesinde, temelinde bir idari karar veya işlem olmayan salt maddi tasarrufları ifade etmektedir.

İdare hukuku ilkelerine göre bir olayda idarenin hizmet kusurunun varlığından söz edilebilmesi için, idarenin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizme­tinde kuruluş, işleyiş ya da personel açısından gereken emir ve talimatların verilmemesi, denetimin yetersiz olması, hizmete tahsisi edilen araç ve gereçlerin hizmet gereklerine uygun ve yeterli olmaması, gereken önlemlerin alınmaması veya geç ya da yetersiz alınması gibi nedenlerle bir aksaklık, bozukluk, düzen­lilik. eksiklik veya sakatlık meydana gelmiş ve oluştuğu ileri sürülen zararın da bundan kaynaklanmış olması gerekir. Bunların dışında oluşan zararın, zarar görenin kendi eyleminden doğması veya zararın oluşumuna zarar gören kişinin tutum ve davranışının yol açması halinde mal varlığında meydana gelen eksilmenin idarece karşılanmasının mümkün bulunmadığı açıktır.

Bu maddede, her ne kadar idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların açacakları tazminat davalarının usulü düzenlenmiş olmakla birlikte, ortada idari bir eylem bulunmadığı hallerde dahi idarenin sorumluluğunu kabul eden “sosyal risk” ilkesi uyarınca açılacak tazminat davaları da bu maddede düzenlenen usule göre açılmaktadır.

İdare kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları (tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

Buna karşın bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilen sosyal risk ilkesi ile top­lumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında mey­dana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, top­lumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Belirtilen niteliğine göre sosyal risk ilkesinin uygulanabilmesi için olayın tüm toplumla ilgilendirilmesi ve zararın toplumsal nitelikli bir riskin gerçekleşmesi sonucu meydana gelmesi yanında, olay ve zararın yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmaması, başka bir deyişle zarar ile idari eylem ara­sında bir nedensellik bağının da kurulamaması gerekmektedir.

Zarar ile idari eylem arasında nedensellik bağının kurulabildiği hallerde sosyal risk ilkesinin uygulanmasına olanak bulunmadığından, idare hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle hizmet kusurunun bulunup, bulunmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesine göre zararın tazmin edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekmektedir.

Kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında bireylerin uğradığı özel ve olağan dışı zararların idarece tazmini gerektiği idare hukukunun bilinen ilkelerindendir. İdarenin belirtilen hukuki sorumluluğu, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti olma niteliğinin doğal sonucudur.

İdarenin hukuki sorumluluğu sadece kusur esasına, hizmet kusuru teorisini dayanmamakta; İdare, kusur koşulu aranmadan da sorumlu sayılabilmektedir. Kural olarak idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlüdür. Ancak sözü edilen kuralın istisnası olarak, idarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önle yemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aramadan tazmin etmesi gerekmektedir. Kollektif sorumluluk anlayışına dayalı, sosyal risk adı verilen ilk öğretide ve yargısal içtihatlarla kabul edilmiştir.

Bu duruma örnek olarak, ülkemizin belli bir yöresinde yoğunlaşan terör eylemlerinin Devlete yönelik olduğu, Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçladığı, bu tür olayların zarar gören kişi ve kurumlara karşı kişisel husumetten ileri gelmediği bilinmekte ve gözlenmektedir.

Sözü edilen eylemler nedeniyle zarara uğrayan, terör eylemlerine her hangi bir şekilde katılmamış olan kişiler kendi kusur ve eylemleri sonucu değil toplum içindi ortaya çıkan bu olaylardan zarar görmektedirler. Başka bir değişle toplumun bir parçası olmak sıfatıyla zarar gören kişilerin belirtilen şekilde ortaya çıkan zararlarının özel ve olağan dışı nitelikleri dikkate alınıp nedensellik bağı aranmadan, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre tazmini gerekir. Esasen terör olayları sonucu ortaya çıkan zararların idarece tazmini böylece topluma pay edilmesi hakkaniyet gereği olduğu, gibi sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Kararların Sonuçları” baş­lığı altında düzenlenen 28 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında, “Mahkeme karar­larının (otuz) gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halin­de ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” hükmü yer almaktadır.

Anayasa’nın 138. maddesinde “….Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme karar­larını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktire­mez….” hükmü yer almaktadır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinde ise Danış­tay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemelerinin esasa ve yürüt­menin durdurulmasına ilişkin kararlarının, icaplarına göre idarenin gecikmeksi­zin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecbur olduğu öngörülmüştür.

İptal davası, idare tarafından tesis edilmiş bulunan idari bir karar ile şahsi, meşru ve aktüel bir menfaati ihlal edilenlerin idari bir mahkemeye başvurarak bu kararın, mevzuata, hukuka; yetki, şekil, sebep konu ve maksat yönlerinden biriyle aykırılığından ötürü iptalini istemesidir.

İdari rejimi ve böylece idari yargı denetimini kabul etmiş ülkelerde, idare­nin hukuka aykırı tasarrufları iptal davası yoluyla ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle iptal davası idarenin hukuka aykırı tasarruflarda bulunmasını, kararlar almasını önleyen ve böylece idarenin hukuka bağlılığını ve hukuk düzeninin korunmasını sağlayan müessesedir.

İptal davalarının esas amacı; bir hakkın ihlal edilip edilmediği ve böyle bir ihlal sonucunda ortaya çıkacak zararın tazmini değildir. Bu davalar bir idari tasarrufun (kararın veya işlemin) hukuka aykırılığı dolayısıyla iptalini, ortadan kaldırılmasını amaç edinen, başka bir deyişle idari işleme, karara yöneltilmiş ilticalardır. Bu davalarda idari bir işlemin hukuk kurallarına uygun olup olmadığı İncelenmekte ve hukuk kurallarına aykırılığı halinde bu işlemin iptali yoluna gidilmektedir. İptal davasının konusu, idari bir işlemin hukuk kurallarına aykırı olup olmadığını incelemek ve aykırılığı halinde işlemi ortadan kaldırmaktır. İptal davasının amacı ise; idarenin hukuka aykırı karar almasını önlemek, böylece idarenin hukuk kurallarına riayetini sağlamak ve hukuka aykırı olduğu pil edilen kararları ortadan kaldırmak suretiyle hukuk düzenini korumaktır.

İptal kararları, iptal konusu tasarrufun unsurlarındaki sakatlıkların tasarrufun doğuşunda mevcut olması dolayısıyla hukuki bir durum yaratmadığını, hukuk ale­minde bir değişiklik meydana getirmediğini gösterirler. İptal davasında idari kararın iptal edilmesi halinde bu karar ve bu kararda doğmuş olan hukuki durum orta kalkmış olur. Ancak, iptal kararlan, ortadan kalkmış olan idari tasarrufun yerini almaz. Bu sebeple idare iptal edilen kararın yerine bir karar almak zorunluluğuna Tabii ki idarenin yeniden alacağı karar mahkemenin iptal hükmüne uygun olmalıdır.

Mahkemece iptal edilmiş işleme dayanılarak tesis edilmiş olan işlem ve tasarrufların da iptal kararıyla kendiliğinden ortadan kalkması sonucunun doğduğu kuşkusuzdur. Bu sebeple iptal hükmü idareye, iptal edilen tasarruftan, buna dayanan ve bağlı olan tüm tasarruflardan doğan bütün sonuçları ortadan kaldırarak bu işle hiç tesis edilmemiş gibi eski durumu tamamen tesis ve iade etmek görevini yüklemektedir. İdare bu görevi hiç bir sebep ve bahane ile yerine getirmekten kaçınamaz

Mahkeme kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde maddi ve manevi tazminat davası açılabileceğinin 2577 s İYUK’un 28. maddesinde belirtilmiş olması, idareye; iptal kararını uygulamayıp onun yerine tazminat ödeme yoluna gitme seçeneğini de sunmaz.

İdarenin yargı kararlarını maksadına uygun biçimde uygulaması zorunluluğu, toplumda korunması gereken hukuk düzenince kişilere sağlanan hukuk güvenliği ve devlet işlemlerindeki istikrarın sonucudur.

Her türlü işlem ve eylemi yargı denetimine tabi olan idarenin yargı ka­rarına uyması ve bu kararların gereklerine göre işlem ya da eylemde bulun zorunda olması aynı zamanda Anayasamızın 2. maddesinde kabul edilmiş bulunan “hukuk devleti” ilkesinin de bir gereğidir. Anayasanın 2. maddesinde yer alan bu ilke karşısında idarenin mahkeme kararlarını “aynen ve gecikmeksizin” uygulaması anayasal bir zarurettir.

Anayasanın ve 2577 sayılı Yasanın yukarıda aktarılan hükümleri ile ortaya konulan hukuki durum karşısında, yargı yerlerince verilen kararların, ilgili mercilerce uygulanması asıl olup, bu yoldaki hukuki işlemlerinde yine aynı merciler tarafından hukuk kuralları çerçevesinde yapılması hukuka bağlı devlet ilkesinin bir gereğidir.

Tam Yargı Dava Türleri

Tazminat Davaları

İdari yargıda tam yargı davası kapsamına giren, idare hukukuna özgü taz­min telafi ve geri alma davalarından oluşan tazminat davaları, idari faaliyetlerin hukuka uygunluk denetimi sonucu, ilgililerin sübjektif hukuki durumlarında ortaya çıkan hak ihlallerinin giderilmesini amaçlayan, idarenin hukuk kuralları içinde kalmasını sağlayan etkin bir denetim ve yaptırım aracıdır.

Tazminat davası, tam yargı davalarının en belirgin olanı ve en çok kullanılan türüdür. İdari yargıda açılan tazminat davaları, idari işlem ve idari eylemden kaynaklanmaktadır. İdari eylemden kaynaklanan tazminat davaları hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk esaslarına göre İncelenmektedir.

Anayasanın 125. maddesinin son fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu kuralına yer verilmiştir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 12. maddesinde, “ilgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştay’a ve idare ve vergi mahkemele­rine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler” hükmü yer almıştır.

Anılan yasa hükmüne göre, iptal davasının karara bağlanması üzerine, açılacak tam yargı davalarında ilgililere iki seçenek tanınmıştır. Bu seçeneklerden birisi iptal davasına ilişkin kararın ilgiliye tebliğinden itibaren 60 gün içinde tam yargı davası açmak diğeri ise, iptal kararma karşı kanun yollarına başvurulması sonucunda verilecek kararın ilgiliye tebliğinden itibaren 60 günlük dava açma süresi içinde tam yargı davası açmaktır.

Öte yandan, Anayasa’nın 138. maddesinde “….Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez….” hükmü yer almaktadır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Kararların Sonuçlan İm. lığı altında düzenlenen 28 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında, “Mahkeme kararlarının (otuz) gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” hükmü yer almaktadır.

Bu madde uyarınca yargı kararının gereğinin yerine getirilmemesi nedeniy­le açılacak davalar da tazminat davaları kapsamındadır.

Hukuk devleti ilkesi gereği faaliyetlerini hukuka uygun biçimde yürütmek zorunda olan idarenin, hukuka aykırı eylem yapması veya işlem tesis etmesi, kural olarak hizmet kusurudur. Ancak, hak ihlalinin bütün sonuçlarıyla birlikte giderilmesini amaçlayan tam yargı davalarında, öncelikle hak ve nesafet ilkeleri uyarınca ortada bir hak ihlalinin bulunup bulunmadığı araştırılacağından; neden, konu ve maksat unsurları bakımından hukuka uygun olmakla birlikte salt yetki ve şekil unsurları yönünden hukuka aykırı işlem tesis edilmiş olması; işlemin iptal nedeni olduğu halde hak ihlali doğurmayacak ve bu durumda idarenin hizmet kusuruna dayalı olarak tazmin sorumluluğuna gidilmeyecektir.

Hukuka aykırı bir işlemin, idare hukuku ilkeleri uyarınca giderilmesi gerekli bir hak ihlali meydana getirmiş olması halinde ise, içtihadi hata veya her idarenin işleyebileceği türden olağan nitelikte hukuki yanlışlık, hukuka aykırılı­ğın bu dereceye kadar ağır ve önemli olması gibi ölçütler, idarenin tazmin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacaktır.

Öte yandan, bir idari işlemin yasalara ve hukuka aykırılığı kural olarak hizmet kusuru sayılmakta ise de, her aykırılığın tazminat sorumluluğuna yol açmayacağı da idare hukuku ilkelerindendir. Nitekim idari işlemlerin iptalini gerektiren nedenlerle hizmet kurusunu doğuran nedenler arasında tam bir özdeşlik yoktur. Bir işlemin herhangi bir yönden yasalara ve hukuk kurallarına aykırı görülerek iptal edilmiş olması hizmet kusurunun varlığını kabule yetmez. İdari işleminin yapılması ve uygulanmasında “hizmet kusuru işlenmiştir” diyebilmek için saptanan hukuki sakatlığın ağır ve önemli olması gerekmektedir.

Anayasa hükümleri ve idare hukuku ilkelerine göre, idare, iptal kararının amaç ve anlamına göre yeni bir işlem yapmak, iptal edilen işlemden doğan sonuçları ortadan kaldırmak, işlemin hiç yapılmamış ilkesinin gereği olarak, önceki durumu yürürlüğe koymakla yükümlüdür. Karar uygulanmadan İlgili zararın tazminat ödemekle giderilebileceğini düşünmek de olası değildir. Çünkü yargı kararlarının uygulanması konusunda, Anayasa ve yasalarda ve yargı kararlarının uygulanmaması nedeniyle açılan davalarda yargı yerlerince verilen kararlarda idareye bir seçenek tanınmamıştır. Başka bir anlatımla idarenin, isterse kararı uygulaması istemezse hukuki ve fiili imkânsızlıktan sözederek tazminat ödeme yolunu seçmesi de kabul edilmemektedir.

Kamu hizmetinin görülmesi sırasında kişilerin uğradıkları özel ve olağandışı zararların idarece tazmini; Anayasanın 125. maddesi gereği ve Türkiye Cumhuriyetinin “Sosyal Hukuk Devleti” niteliğinin doğal bir sonucudur.

İdare, kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, “hizmet kusuru” veya “kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. Öte yandan, nedensellik bağı idarenin tazmin sorumluluğunun mutlak koşulu da değildir. İdarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da, nedensellik bağı aranmadan “sosyal risk” ilkesi gereğince tazmini gerekmektedir.

Kamu görevlilerinin sübjektif, kasta dayalı suç niteliğindeki eylemlerinin, yürütülen hizmetle içiçe geçtiği dikkate alınarak; hizmeti yürüten idarenin, yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde, hukuki sorumluluğunun irdelenmesi gerekir.

Diğer taraftan, idari yargı yerinde açılan tazminat davasının görümü ve idarenin hukuki sorumluluğunun irdelenmesi, kamu görevlilerinin kişisel sorumluluğunu ortadan kaldırmayacaktır. Mağdurlar, suç niteliğindeki eylemlerinden dolayı görevliler aleyhine adli yargıda da dava açabileceklerdir.

İdarenin yürütmekle yükümlü olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanan hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlenmemesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Kişilerin hak kaybına uğramaması için, bu görevin kusuru bulunan biçimde yürütülmesi nedeniyle uğranılan zararın da tazmini gerekmektedir.

İdarenin hizmet kusuru sebebine dayalı sorumluluğu, ikincil derecede sorumluluk olmayıp, asli bir sorumluluktur. Bu nedenle, önce olayda kusuru bulu nan gerçek veya tüzel kişiler aleyhine açılacak davadan sonra idari yargıda tam yargı davası açılabileceği şeklinde bir yaklaşım, idarenin hukuki sorumluluğu kavramıyla bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla, hakkı ihlal edilenin, olayda kuşum bulunan gerçek veya tüzel kişiler aleyhine adli yargıda dava açmış olması, idari yargıda tam yargı davası açılmasına, idarenin, adli yargıda aleyhine dava açılıp sorumlu görülen gerçek veya tüzel kişiyle birlikte aynı zarardan dolayı müteselsilen sorumlu sayılmasına engel oluşturmamaktadır.

İstirdat Davaları

İstirdat davası, hukuka aykırı olarak bir malın veya parasal alacağın idareye geçmiş olması halinde bunların geri alınması için açılan davalardır. İdari yargıda bu davalara örnek olarak hukuka aykırı olarak ödenen meblağın geri alınması için açılan davalar gösterilebilir. Yine idarelerce el konulan malların iadesi için açılan davalar da istirdat davalarıdır.

İdari Sözleşmeden Doğan Davalar

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2 nci maddesinin 1 inci fıkrasının (c) bendinde, “Tahkim yolu öngörülen imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklar hariç, kamu hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan uyuşmazlıklara ilişkin davalar” idari dava türleri arasında sayılmıştır. Bu maddede tahkim yolu öngörülen imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerden doğan davalar idari dava türleri arasında sayılmamıştır.

Tahkim yolu, tarafların doğmuş ve doğabilecek bir uyuşmazlığı aralarındaki anlaşmaya göre hakem ve hakem kuruluna götürdükleri, usulü taraflarca belirlenebilecek özel bir yargılama faaliyetini ifade etmektedir.

1982 Anayasasının 125 inci maddesinin değişik 2 nci fıkrasında, “Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir.” hükmü yer almaktadır.

Tahkim yolu hususunda, 4501 sayılı Kamu Hizmetleri ile İlgili imtiyaz Şartlaşma ve Sözleşmelerinden Doğan Uyuşmazlıklarda Tahkim Yoluna Başvurulması Halinde Uyulması Gereken İlkelere Dair Kanun 22.01.2000 gün ve 23941 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Milletlerarası tahkim anlaşması, yabancılık unsuru taşıyan kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların tamamının veya bir kısmının milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi için yapı­lan anlaşmayı ifade etmektedir.

Yabancılık unsuru, Sözleşmeye taraf kurulu veya kurulacak şirket ortakla­rından en az birinin yabancı sermayeyi teşvik mevzuatı hükümlerine göre ya­bancı menşeli olması veya sözleşmenin uygulanabilmesi için yurt dışı kaynaklı sermaye veya kredi veya teminat sözleşmelerinin akdedilmesinin gerekli olması hallerinden birini ifade etmektedir.

Yabancılık unsuru taşıyan sözleşmelerde bunlardan doğan uyuşmazlıkların;

  1. Türkiye’de toplanarak Türk hukukuna ya da yabancı hukuka göre karar verecek hakem veya hakem kurulunda,
  2. Yabancı bir ülkede toplanarak Türk hukukuna ya da yabancı hukuka göre karar verecek hakem ve hakem kurulunda,
  3. Kendi tahkim usulü bulunan milletlerarası tahkim kuruluşunda, çözül­mesi kabul edilebilir.

4501 sayılı Yasanın 4. maddesine göre, tahkim yolunun öngörülmesi halinde tahkim anlaşması, sözleşmeye konulan tahkim şartı veya ayrı bir tahkim sözleşmesi şeklinde yapılabilir. Tahkim sözleşmesi, sözleşmenin yürürlüğe konulmasındaki usule tabi olur.

Tahkim şartı veya tahkim sözleşmesinde; tahkim yoluyla çözülecek uyuş­mazlıklar, uygulanması istenilen tahkim kuralları, tahkim yeri, hakem ya da hakem kurulunun seçimi ve sayısı, nitelikleri, hakem kurulunun yetkisi hakem hııulunun yargılama usulü, yargılamada kullanılacak dil, uyuşmazlığın esasına uygulanacak maddi hukukun seçimi, tarafların delil ikamesi, bilirkişilerin seçi­mi. uyuşmazlığın diğer tarafa ne şekilde bildirileceği, bildirim süresi, tahkim süresi, hakem kurulunun delil toplama yetkisi ve usulü, hakem ücreti, yargılama imlerleri, vekalet ücreti ve benzeri konular ayrıntılı biçimde düzenlenir.

4501 sayılı Kanunda ve usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaş­malarda hüküm bulunmayan hallerde, 18.6.1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile 20.5.1982 tarihli ve 2675 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun’un tahkim ile ilgili hükümleri uygulanır.

2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 24 üncü maddesine göre, tahkim yolu öngörülmeyen kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan idari davaları karara bağlama görevi Danıştay’a aittir. Aynı Kanunun 42 nci maddesine göre de “Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerini” inceleyip karara bağlama görevi Danıştay Birinci Dairesinin görevleri arasında sayılmıştır.

İdari sözleşmelerin genel karakteri, kamu tüzel kişisi tarafından, kamu metinin yürütülmesi amacı ile idare tarafından düzenlenen yazılı tip sözleşmeler olarak belirlenmektedir. Bu itibarla ortada bir idari sözleşme bulunması, taraflardan birinin kamu tüzel kişisi olması, sözleşmenin düzenleme ve yürütme biçiminin özel hukuk esaslarından çok kamu hukuku esaslarına uygun bulunma­sı karşısında, idare ve vatandaş arasında idare hukukuna giren bir anlaşmazlık sözkonusu olmaktadır.

Bir sözleşmenin idari sözleşme sayılabilmesi için sürekli bir kamu hizmetinin görülmesi amacını taşıması, taraflardan birinin idare olması ve kamu hukukuna özgü, kamu hukukundan doğan şart ve hükümlerin sözleşmede yer alması zorunludur.

Öğretide de kabul edildiği üzere, bir sözleşmenin “idari sözleşme” sayılabilmesi için, sözleşmenin taraflarından birinin kamu idaresi, kurumu ya da kuruluşu olması; sözleşmenin kamu hizmetinin yürütülmesi ile ilgili bulunması ve yönetime özel hukuk yetkilerini aşan yetkiler tanınması gereklidir.

Ancak, idari sözleşmenin kurucu unsur bulunan “Kamu hizmeti” kavramının belirsizliği konusunda görüş birliği vardır. Anayasa Mahkemesinin 8.6.1994 tarih ve E: 1994/71, K: 1995/23 sayılı kararında kamu hizmeti, “devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetim ve denetimleri altında, genel ve ortak gereksinimleri karşılamak, kamu yararı ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinliklerdir.” şeklinde tanımlanmıştır.

Diğer yandan, idare hukukunda imtiyaz kavramı, kamu hizmetinin yürütülmesi yöntemlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Kamu hizmetinin uzun süreli bir “idari sözleşme” uyarınca, sermayesi, karı, hasar ve zararı kendilerine ait olmak üzere özel hukuk kişilerince yerine getirilmesine imtiyaz denir. (gereksinimler karşısında yönetimin işinin çokluğu ya da kaynak bulmadaki güçlükler, kimi zaman bu yöntemin uygulanmasını zorunlu kılmakta ve kamu hizmetinin özel girişime gördürülmesine olanak sağlamaktadır. Konusu, kamu hizmetinin kurulmasını ve/veya işletilmesini bir özel kişiye devretmek olan sözleşmeler “kamu hizmeti imtiyaz sözleşmeleri” olarak tanımlanmaktadır

Konusunun bir kamu hizmetinin kurulması ve/veya işletilmesi olması, hizmetin yürütülmesini sağlamak için hizmeti yapanlara kamu gücüne dayanan kimi yetkiler tanıması ve idarenin hizmetin düzenli ve istikrarlı biçimde yürütülmesini sağlamak için denetim ve gözetim yetkisine sahip olması, imtiyaz süresince hizmetten yararlananlardan alınacak bedelin yasa ile verilen yetkiye göre bir tarife üzerinden tahsil edilecek olması ve bu hizmet devrinin, uzun ve belli bir süre için yapılması kamu hizmeti imtiyaz sözleşmelerinin temel özelliklerindendir.

Vergi Davaları

Vergi davaları, vergi hukuku uyuşmazlıklarından doğmaktadır. Vergi dava­larının tam yargı davası mı yoksa iptal davası mı olduğu tartışması vardır. Özellikle vergi yargısı kararlarında tadilen tasdik kararları bu davaları hem tam yargı davasına hem de iptal davasına yaklaştırmaktadır.

Vergi dairelerinin, idari işlevleriyle ilgili olarak vergi hukuku alanında tesis ettikleri, uygulanabilir nitelikte, yükümlünün hukukunu doğrudan etkileyen ve onların hak ve yükümlülüklerinde değişiklik veya yenilik yaratan idare hukuku açıklamalarının idari davaya konu edileceğinden kuşku duyulamaz. İdarenin vergi tarhı, tahakkuku ve tahsiline ilişkin işlemleri ile birlikte idari işlem tarifindeki unsurları taşıyan diğer işlemleri hakkında dava açılabilirse de idare veya kişilerin yetki, görev ve haklarında hiçbir değişikliğe neden olmayan işlem ve davranışlarının idari davaya konu edilmeleri mümkün değildir.

2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun’un 6 ncı maddesinde “Vergi mahkemeleri:

  1. Genel bütçeye, il özel idareleri, belediye ve köylere ait vergi, resmi harçlar ile benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezaları ile tarifelere ilişkin davaları,
  2. (a) bendindeki konularda 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un uygulanmasına ilişkin davaları,
  3. Diğer kanunlarla verilen işleri,” çözümleyeceği hükme bağlanmıştır.

Biz de, vergi davası deyince, 2576 sayılı Yasanın 6 ncı maddesinde gösterilen dava türlerini kastedeceğiz.